
Sentetik ve Biyoeşdeğer Hormonlar: Hangisi Kadının Doğasına Uygun?
Her şey bir yanlış anlaşılmayla başladı…
2002 yılında sonuçları açıklanan ve tüm dünyada milyonlarca kadını etkileyen meşhur WHI (Kadın Sağlığı Girişimi) çalışması, hormonların adeta “kötü” ilan edilmesine yol açtı. Meme kanseri, kalp hastalığı ve pıhtılaşma riski artışı gibi korkutucu başlıklar medyada büyük yankı uyandırdı. Oysa o çalışmanın detayları çoğu zaman gözden kaçtı.
WHI çalışmasında kullanılan hormonlar, kadın bedeninin doğal olarak ürettiği hormonlar değildi. Kullanılan östrojenler, hamile at idrarından elde edilen konjuge equine östrojenlerdi. Progesteron ise medroksiprogesteron asetat adında sentetik bir kimyasaldı. Doğal olmayan, vücuda yabancı ve ağızdan alındığında karaciğerden geçerek pıhtılaşma faktörlerini artıran maddeler…
Oysa kadın vücudu milyonlarca yıldır östrojen ve progesteron üretir. Üstelik doğurganlık yıllarında bu hormonların kandaki düzeyi çok daha yüksektir. Kadının gebelikte hormonları onlarca kat artar, ama bu dönem meme kanserine karşı koruyucudur. Peki nasıl oluyor da gebelikteki doğal hormonlar koruyucu olurken, laboratuvarda üretilmiş versiyonları zararlı hale geliyor?
Cevap net: Çünkü bunlar aynı moleküller değil.
Biyoeşdeğer Hormonlar: Doğal Olanla Aynı Yapıda
Biyoeşdeğer hormonlar, insan vücudunun kendi ürettiği hormonlarla moleküler olarak birebir aynıdır. Yani vücut bu hormonları “yabancı” olarak görmez. Hücre reseptörlerine tam oturur ve doğru mesajı verir. Bu nedenle yan etkileri minimaldir. Östrojenin biyoeşdeğeri, 17 beta östradiol; progesteronun biyoeşdeğeri ise mikronize progesterondur.
Üstelik biyoeşdeğer hormonlar ciltten (transdermal yolla) uygulandığında karaciğeri bypass eder ve pıhtılaşma riskini artırmaz. Bu, onları kalp damar sağlığı açısından çok daha güvenli kılar. Günümüzde Dünya Menopoz Dernekleri, Alzheimer, osteoporoz, libido kaybı, depresyon ve sıcak basmalarına karşı ciltten uygulanan östrojen ve mikronize progesteronu önermektedir.
Neden Sentetik Değil de Biyoeşdeğer?
Sentetik hormonların tercih edilme nedeni ne yazık ki tıbbî değil, ticariydi. Çünkü biyoeşdeğer hormonların patenti alınamaz. Doğal olanın patenti olmaz. Oysa sentetik moleküller "yeni icat" kabul edilir ve ilaç firmalarına ticari kazanç sağlar. Ancak doğanın dilini değiştirmeye çalışmanın bedeli ağır oldu: Hormonlardan uzak kalan kadınlarda osteoporoz, kalp-damar hastalıkları, Alzheimer ve depresyon oranları yıllar içinde ciddi şekilde arttı.
Sonuç: Kadının Doğasına Saygı
Bugün artık biliyoruz ki, hormon replasman tedavisi “korkulacak bir şey” değil. Ama doğru hormon, doğru yol, doğru zamanlama ile uygulanmalı. Kadın bedenine yabancı olmayan, birebir onun hormonlarıyla aynı yapıya sahip biyoeşdeğer hormonlar, hem güvenli hem de etkili bir çözümdür.
Kadının doğasına saygı, onun hormonlarını anlamakla başlar.
Ve doğallığı savunmak, sağlığı savunmaktır.